Tarih bilinci, geçmişin bilgisini, güncel bilgiyle ve her ikisini, geleceğe yönelik bilinmeyenin bilgisiyle işleyip, birleşime ulaşıp, yorumlama ve değişim, dönüşüm sürecini kavramaktır. Tarih bilincinin belirleyici unsuru, süreci kavratmasıdır. Tarihsel bilinç, geçmişten alınan insan aklının bilgisinin, bugün yeniden üretilmesidir.
Bir soyağacı ne işe yarar sorusuna verilebilecek en iyi yanıt insanı insana ulaştırmasıdır diye özetlenebilir.
Gerçekler acı şeylerdir. İnsanın kendi gerçeğini bilmek kadar acı veren şey yoktur aslında… Bu bakış tarzını biraz daha genişletirsek bir ulusun geçmişine bakmak her zaman bugünküleri üzen bir şeydir…
Bu acılı tarih bir başlangıçtır düne ait… Bu soyağacı geçmişin kavranması, geleceğe dönük yüzümüzün daha fazla aydınlık olması için ele alınmış, biraz masumane, biraz sınırlı, biraz ‘kendi çapında’ ama bütünüyle özverili bir çalışmanın ürünüdür. Eksikleri ve hataları belki de bir ilk olmanın verdiği yetersizlikten, diller arası doğan geçişim sorunlarından ve aslında birçok tarih bilimcinin, – Türk, Kafkas, Gürcü, Rus – birlikte oluşturması gereken ama bütün bu ağır yükün altından tek başına kalkılmaya çalışıldığı özverili bir çalışma… Soyağacına bakarken bu nedenle azıcık insaflı olunması gerektiğini naçizane belirtmek durumundayız. Üstelik bu kitabın ortaya çıkış süreci bir yana, salt Türkçeye çeviri sorunu bile başlı başına eksikler taşıyan, belki de ‘kafa göz yaran’ yanlışlar taşısa da bütün bunların ‘maddi hata’ olmaması dileğinden öte bir iyi niyet sunamayacağımızın da bilinmesi gerekmektedir.
Tarihte geriye dönüşün olmadığını, yaşanmışı bir kez daha yaşayamayacağımızı, her şeyin bir kez olduğunu bilmek zorunluluğumuz bu acılı soyun özelinde koca bir Gürcü ulusunun trajik geçmişini tüm çıplaklığıyla göz önüne sermektedir. Geriye dönüşleri arzulayabiliriz elbette, her zaman geçmişe dönüp alınması gereken bir şeyler bıraktığımız duygusunu yaşayabiliriz. Oysa bilinmesi gereken şey geçmiş el süremeyeceğimiz bir yerdedir… Çok uzaktadır… Onu bilmek olası da olsa yeniden yaşamak olası değildir. Yeniden yaşayamayacağımız şeyleri bilmek hakkımızın olmadığını düşünmek ise tamamen aymazlık olur. İnsan insanın tarihini, ulusun üyeleri ulusun tarihini bilmek zorundadır. Yeniden yaşamak diye bir şey yoktur, bu doğru. Geçmişin bilgisinde insan kendini görür. Tarih ne de olsa insanın tarihidir. İnsan tarihine kendisini bilmek için yönelir. Tarih bilinci tarih üzerinde temellenir, tarihte bilinç koşullarınca gerçekleşir. Bilinç zorunlu olarak tarihseldir. Tarih de bu bilincin ürünüdür. Bilinçsiz varlıkların tarihi yoktur. Bu nedenle biliçli varlıklar olma yolunda atılacak ilk adım kendi tarihini ve genelde insanın tarihini bilmekten geçer. Gogitidze soyunun özelinden baktığımızda karşımıza çıkan Gürcü tarihi, hepimizi oturduğumuz yerde rahatsız edecek kadar ürkütücü ve öğreticidir.
Geçmişini anlamayan onu bir daha yaşamak zorundadır. Bu bize kendimizi neden tanımamız gerektiğini, neden böylesi bir soyağacının sayfaları arasında insanı aramak gerektiğini, neden geçmişin o trajik anlarında acılanmamız gerektiğini bize döve döve öğretir.
Belleği olmayan toplumlar, ne kazandıklarının, ne de yitirdiklerinin değerini bilirler. Bir toplumun belleğini oluşturma yönünde atılacak iyi niyetli bir yaklaşımın arkasında durmaksa gerçek bir sevgiyi ve kendini unutmamışlığı içerir. Ne de olsa unutulmamalıdır ki, böyle bir çalışmanın sırf Türkçedeki serüveni bile birkaç aya sığdırılamayacak kadar uzundur. Kendi ülkesindeki serüvenini anlatmaya ise belki uzun yıllar demek daha doğru olur.
“Yeryüzünde birinin doğup büyüdüğü toprakları kaybetmesinden daha büyük bir acı yoktur.” Bu sözler bundan tam 2431 yıl önce yani MÖ. 431 yılında Euripides tarafından dile getirilmiştir. Bu acıyı yaşayan her ulus gibi Gürcü ulusunun da kendi tarihine sahip çıkmasını beklemek, kendi kimliklerini dile getirmelerini istemek ve dillerini yaşatmak için olsun sıradan çabalarını esirgememelerini istemek belki de hepimizin acısını hafifletecek bir unsurdur.
Kendi topraklarından uzakta, acılı bir sürecin ortasında bir güneş gibi parlayan geçmişini arkasında almış bir ulusun başını önüne eğmesini istemek kadar bencilleşmenin de, bananeciliğin de öyle kolay sindirilemeyecek bir eksiklik olduğunu belirtmek durumundayız. Çünkü insan bir sürecin ürünüdür. Başkalarıyla tamamlanır… Ne kadar çok başkalarını içerirse o kadar insandır. Hepimizin daha fazla insan olmaktan başka nasıl bir amacımız olabilir ki?
İnsanın en kritik noktasının zihni olması nedeniyle zihnimizi teslim alma yolunda atılan her adımın önünde ulusal bir bilinçle durmak insanın kendi geçmişine karşı sorumluluğudur. Zihne bir kez ulaşıldı mı, mermilere bile gerek kalmadan insan yenilgiye uğratılabilir. Bu bizim zihnimizin kendimize ait olduğunu unutmamız demektir. Bu nedenle zihnimizi kendimize ait keşfedilmemiş bakir alanlar olarak yalnızca kendimize ayırmak ve oranın keşfini kendimiz yapmak şansını yakalamak için hiç olmazsa dilimizi olsun unutturma çabalarına karşı seferber olmak hakkını kendimizde görmeliyiz. Dil, ait olduğu insanların etrafında büyülü bir daire çizer çünkü. Öyle bir daire ki başka bir daireye atlamak dışında buradan bir kaçış yoktur. Bunun dilimizi unutmamamız gereken bir özellik olduğunu vurgulamalıyız. Çünkü insanlar kendi tarihlerini kendileri yaratırlar. Fakat bunu canları çektiği gibi yaratmazlar; kendi seçtikleri koşullarda değil, zaten mevcut, verili ve geçmişten aktarılmış koşullarda yaratırlar. Çoktan unutulmuş birçok Kafkas halkının tarihini paylaşmamak için, örneğin çoğumuzun adını bile bilmediği Ubıh ulusu gibi bir sonumuzun olmaması için bile bu soyağacına dikkatli bir şekilde bakmanın gerekliliği anlaşılabilir.
Kızılderili reisin beyaz adama yazdığı aşağıdaki mektubu, kendi yazgılarının geçmişteki yanılgıları tekrarlamaktan kaynaklandığını bilmeyenlere örnek olması için anmak da yarar olduğunu düşünüyoruz. “Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan, rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlıktan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelen yarın insanların başına gelir.
Şu gerçeği biliyoruz… Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır. Bu nedenle dünyanın başına gelmiş olan her felaket insanın da başına gelmiş sayılır.”
İnsan, onu hatırlayan son kişi kalana kadar yaşar. Bizleri hadi bir kalem geçelim ama, geçmişte yaşayan o güzel insanların unutulmasına insanın gönlü el vermiyor… Bu nedenle bu soyağacı başucumuzda öğrenmemiz gereken tarihimizi bize öğretmeye çalışan bir anı olarak durmalı… Eksikliği bile acı verir insana…
Bir Cevap Yazın