Bilgeliğin Yedi Sütunu, Lawrence’in kaleminden bir tek gerçeği içerir:
Savaş Hiledir…
[Çinli Bilge Sun Tzu]
Osmanlı’nın son demlerinde ‘kutsal’ toprakları İslam olmayanlardan korumak adına yapılan ‘fedakarlık’, kimi bakir beyinlerde henüz halüsinasyonlara neden olmaya devam etmektedir. O toprakların ‘din’ adına savunulması varken, Arapların İngilizlerle işbirliği yaparak ‘bizi’ oralardan kovmuş olmaları, bu nedenle zor anlaşılır bir şeydir… Bu durum çoğu kişinin içinde kanayan bir yaradır aslında, belli etmeseler de… Bir tür emperyal duygusallık işte… Başkasının toprağını savunma konusunda gösterilen bu tevazu, doğal olarak karşılık bulamamıştır, bulamazdı da…
Hayatın bizzat kendisi gibi, tarih de bize elden kaçan, hareketli, birbirlerine çözülmez bir şekilde dolanmış ve birbiri peşisıra yüzlerce farklı ve çelişkili çehreye bürünebilen bir sorunlar yumağı olarak gözükmektedir. Bu karmaşık hayata nasıl yaklaşılabilir ve onu kavramak veya en azından ona dair bir şeyleri kavramak için onu parçalara nasıl bölmek gerekmektedir? Yakın tarihin trajedilerini henüz belleğinden silememiş bir toplumun bireyleri olarak, kendi ‘dindaşlarımız’ tarafından, topraklarından nasıl kovulduğumuzu anlamama lüksümüz bulunmamaktadır. Hilafetin esneme/sünme/bükülme inceliğinden yoksun politik manevralarının uygulayıcısı olarak Anadolu insanının, o topraklarda nasıl ‘telef’ olduğunu içimiz sızlayarak anmak dilimizde kırmızı bir tat bırakır. Beyaz yalanlar zamanı… Varlıksal varoluşu emperyal bilinçle koşullandırılmış bir İngiliz casusun akıl almaz cesareti, zekası ve politik kıvraklığının uyuyan bir kabile toplumunu nasıl bir ulusal bilinçle ayaklandırmayı başardığı elbette hatırda tutulmalıdır. Yakın tarihin bu didaktik serüveni, Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı kitapla bu kez ilk elden, bizzat Arabistanlı Lawrence’in kaleminden karşımıza çıkmaktadır…
Kızılderililer, “Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır. Bu nedenle dünyanın başına gelmiş olan her felaket insanın da başına gelmiş sayılır…” sözünü sık sık yinelerler… Osmanlı için felaketler zinciri Arabistan yarımadasında cisimleşmiş, sonrasında bir silsile şeklinde organizmayı saran bir hastalığa dönüşmüştür. Bu sürecin içerisinde acısıyla, yaşadıklarıyla, aptallığıyla, zekasıyla, açlığıyla ve yaşadığı zevkleriyle insan başat bir görev edinmiştir… Çünkü insan bir sürecin ürünüdür, başkalarıyla tamamlanır… Ne kadar çok başkalarını içerirse o kadar insandır… Hepimizin daha fazla insan olmaktan başka nasıl bir amacı olabilir ki? Bu nedenle tarih öğrenmeyi içerir… Bir anı kitabı değildir… Acı konuşur… Bazen kekremsi bir tat bırakır ağzımızda, bazen süslü sürprizlerle dolu bir gizemliliğin ardından usulcacık gülümser… Ama öğretir…
“Gerçek, çok seyrek de olsa bazen çıplaktır ama hiçbir zaman basit değildir.” diyor E. Said… Yukarıdaki ifadelerden olmak üzere Osmanlı’nın Arabistan serüveninin trajik bir şekilde sonlanması kolay formüllerle açıklanabilir belki… Bu tip konularda hepimizin heybesinde taşıdığı bazı genelgeçer uzmanlık reçeteleri vardır… Ama her şeyden öte, Osmanlı’yı başkalarının topraklarında at üstünde kılıçsız bırakan adam bir İngilizdi ve bu nedenle oturup düşünmemiz için henüz geç sayılmaz… Çıplak her zaman basitlik değildir çünkü…
Tarihçi olmak için herhangi bir büyük yeteneğe gerek yoktur; çünkü tarih kitabında, dehanın elde edebileceği tüm büyük özellikler hareketsizdir. Olgular apaçık ortadadır, bu nedenle zekayı kullanmaya gerek kalmaz. Tasarım gücüne büyük ölçüde yer yoktur; yalnızca düşük düzeyde bir şiir yazmak için gereken kadarı yeterlidir. Gereken özenle kullanması koşuluyla biraz kavrayış, dikkat ve anlayış, bu iş için herkese yeter. Bu uzakgörüşlü ve incelikli tutum, demiri tersine bükme cesareti, kendi üstleriyle çatışmak pahasına aykırılıklar içeren tavır alış, yaşadığı toprakların sahibi olan bir ulusun çözümlemesini akıl ve zekayla irdeleyebilme yeteneği ve bütün bunlardan sonra yaşadıklarını en mahrem ayrıntılara varıncaya kadar, cinsellik dahil bütün boyutlarıyla yazabilme becerisi okuduklarımızın bir anı olmaktan çok tarihsel bir içerik taşıdığını gösterir. Belleği olmayan toplumlar, ne kazandıklarının, ne de yitirdiklerinin değerini bilirler. Bir toplumun belleğini oluşturma yönünde atılacak iyi niyetli bir yaklaşımın arkasında durmaksa gerçek bir sevgiyi ve kendini unutmamışlığı içerir. Bu nedenle Lawrence’in yaşadıkları bir bellek çalışması, hafıza kayıtlarının temize çekilmesi ve metamorfoz/başkalaşım yaşayan bir toplumun önünde belki yeni dinamiklerin oluşmasına yardımcı olacak temel dayanak noktaları oluşturacak kadar yetkin bir öneme sahiptir…
Kendi nesnel koşullarından soyutlanmış, daha çok kulaktan dolma bilgilerle geçmişi öğrenme alışkanlığındaki bir toplum olarak çoğumuzun bilinci ‘ulusun tarihi’ anlamında bölük pörçük bilgilerle doludur. Anneannelerimizden, babaannelerimizden hikayelerin içimizi sızlatan sonlarını dinlerken, çoğumuzun yüreği titremiştir acı gerçekler karşısında. Oysa bütün öngördükleriyle ulus tarihimiz öylesine öğrenilmeyi hak eden, öylesine dudak uçuklatacak gerçeklerle örtüşür ve doludur ki, onu kavramak ve anlamak için hani deyim yerindeyse dirsek çürütmek gerekir. Çünkü öğrenmek sabır işidir…
Geçmişin ağır süreçlerinde damıtılarak elde edilen onca bilginin heba olmaması, geleceğimize ışık tutması, bugünümüzü aydınlatması için bütün bu bilgilerin eksiksiz ve tam olarak ele alınması ve yeniden sunulması bir zorunluluk olarak görülmektedir. Bu aynı zamanda bizim ulus bilincimizin ‘kültürel’ bir boyutta yeni sıçramalar yapmasına da uygun zemini yaratmak fırsatını verecektir.
Osmanlı’nın Arabistan serüveninde çektiği acılar bugün bile unutulmuş değildir. Birçok antik yüreğin geçmişe bakan gözleri arada bir şahlanıp imparatorluk düşüne yatarken, ahlar ve vahlar arasında puslu gözlerle Arap Yarımadası’na, Filistin topraklarına ve Cezayir’e kadar uzanan bir haritanın kahredici büyüklüğüne göz atarak dalıp gitmekten kendilerini alamazlar. İşte böylesi bir serüvenin ‘çanına ot tıkayan adam’ olarak tarihe geçen ünlü İngiliz casus T.E. Lawrence namı diğer Arabistanlı Lawrence, bütün Arap İsyanı’nın önderliğinden öte bir kişilikle biraz da edebiyatçı kişiliğiyle tarihe mal olmak için duygulu bir anlatımla Arabistan macerasını kaleme alır. Bu yapıtta bütün arka plan çalışmanın eksiksiz anlatıldığı söz konusu kısa süreç boyunca Osmanlı’nın nerede ve nasıl telef olduğunu ve ne için oralarda ayak sürüdüğünü anlarken, insanın yüreğinden kopup gelen öfkeye kapılıp gitmemesi için kendini olduğu yere –amiyane deyişle– çivilemesi gerekmektedir. İmparatorluk düşü çoğunluk için çelik çomak oynamak gibi algılanınca birilerinin çelik, birilerinin çomak olduğu kaçınılmaz son kapıyı çalmakta gecikmemiştir. Kapıyı çalan çeliğin adı İngiliz casus Lawrence’tir.
Lawrence’in öncelikli hedefi Osmanlı İmparatorluğu’nu yenilgiye uğratmaktı. Bunu başardı da…
Herkes rüya görür ama herkes aynı yoğunlukta değil… Geceleyin zihinlerinin tozlu hücrelerinde rüya görenler, gündüzleyin bunun boş bir şey olduğunu anlamak için uyanırlar. Ama gündüz gözüyle hayal kuranlar tehlikeli insanlardır; çünkü hayallerini mümkün kılmak için açık gözleri ile oynayabilirler. Lawrence bunu yaptı… Yeni bir ulus yaratmayı, kaybolmuş bir etkiyi eski haline getirmeyi, ulusal düşüncelerinde var olan esinlenmiş rüya sarayını inşa etmeleri için yirmi milyon Sami’ye vakıflar vermeyi düşündü. Böylesi bir amaçla onların bilinçlerindeki ‘doğal soyluluğa’ seslendi ve onları yönlendirdi…
Şimdi rahat koltuklarımıza kurulup geçmişin aşıyla yeni bir çorba yapmak için didinenleri izlerken, dünle bugünün karmaşık ilişkiler sürecinde dünü anlamak için antik yüreklerden, çağdaş ve ilerici beyinlere dönüşen varlığımızı gerçeğin ellerine teslim etmenin zamanı gelmiştir diyebiliriz artık…
Bütün bu saptamaların mihenk taşı elbette ilgimizi ve bilgimizi artırmak adına Bilgeliğin Yedi Sütunu adıyla, Chiviyazıları Yayınevi tarafından yayımlanan kitaba ilişkindir… Lawrence, Osmanlı Ordusu’nun ahmaklığında bir ölçü bulunmadığını söyleyebilecek kadar fanatik bir Arap milliyetçisi gibi konuşmaktan kendini alamaz… Benzer şekilde üniformasını taşıdığı ordu adına yaptığı sahtekarlıkları da sırası geldiğinde bütün çıplaklığıyla itiraf etmekten kaçınmaz… Sivri diliyle içinde yaşadığı toplumu, Arapları anlamak için onlar gibi düşünmeye kendini alıştırır… Onlar gibi yer, onlar gibi düşünmeye çalışır… Yeri geldiğinde güce başvurmaktan, politik kurnazlıklar sergilemekten ve dans etmekten kaçınmaz… Savaşın hile olduğunu ve politikanın nasıl yapılacağını çölde öğrenmek, Lawrence için işin kolay tarafıdır.
Her kuşak tarihi yeniden gözden geçirmelidir. Tarihe yeni bir kan vermek ve statükoya tapınma denilen sayrılık boyunduruğunu kırmak gençlerin işidir. Zaman zaman yeniden gözden geçirilmeyen tarih yavaş yavaş ölür ve toplumsal oluşumun dramatik iniş çıkışlarının yerine, geleneksel söylencelerin durgun görüntüsü geçer. Bu nedenle Bilgeliğin Yedi Sütunu önümüze eşsiz bir fırsat sunmaktadır… O acılı tarihin satır aralarında yapılan yanlışlıkların ayırdına varmak, geçmişi bir kuyumcu titizliğiyle teraziye vurmak ve geleceğin masum bir çocuk gibi elimizde büyümesini seyretmekten kaçınmak hakkına sahip değiliz… Lawrence’i yargılamak, hayran olmak, aşağılamak ya da yoksaymak yerine onun varlığıyla örtüşen yakın tarihi bir kez neşter altına yatırmak gerekmektedir… Bu tarih daha çok operasyon kaldırır…
Tarih yazımının aslında bir geçmiş yazımından çok bir gelecek yazımı olduğu söylenebilir. Bu nedenle geleceğe ilişkin birçok değişkenin önümüze serildiği bu süreçte hepimizin dün kadar yakın, en fazla yüzyıllık bir yalnızlık kadar yakın bir geçmişi öğrenmekten kaçamayacağımız gerçeğini görmemiz gerekir. Irak Savaşı, Kıbrıs’a ilişkin gelişmeler ve Avrupa Birliği süreci bu bilinçli hareketlerle değerlendirilmeli ve tarihe anlı şanlı bir ulus olarak geçmenin anlamını kavramak için şu kötünün iyisi Osmanlı kimliğini aşmanın önemi şiddetle kavranmalıdır. Yoksa bir gün yine bir tek Lawrence’in şahsında koca bir ulus yine kuyumcunun terazisine gelmeyecek ağırlıkta lafların altında ezilmek durumuyla karşı karşıya kalabilir… Bu nedenle Bilgeliğin Yedi Sütunu yakın tarihe ışık tutması anlamında birinci elden okunması gereken bir yapıt olmanın ötesinde, bu topraklarda Lawrence efsanesinin üzerindeki bütün sırları eteklerinden dökmesi anlamında önemli bir yapıttır… Üstelik bugüne kadar bütün bu süreci daima ikinci elden öğrenmek durumunda kalanların, bu üç ciltlik tarihi bilgelik sütunu önünde secdeye varmamaları için bir neden bulunmamaktadır. Bu kitap Lawrence efsanesini değil, Lawrence’in kendini anlattığı bir anı-tarihtir… Savaşın ve maceranın gizli kalmış dünyasından tat alabilen her okuyucu için bu kitap, bir hazine kadar değerlidir dersek abartmış sayılmayız…
Bir Cevap Yazın